2014 NBA All Star Smaç Yarışması'nda yarışacak isimler açıklandı. Son şampiyon Terence Ross'un başı çektiği çok iddialı bir kadronun yanı sıra geleneksel smaç yarışmasından çok farklı, yeni bir formatı da göreceğiz.
14 Şubat gecesi oynanacak 2014 NBA All Star Maçı'nın koçlar tarafından seçilen yedekleri açıklandı.
2014 NBA All-Star maçının ilk beşleri açıklandı.
Her yıl düzenli olarak Forbes tarafından açıklanan NBA'nin en değerli takımları sıralamasında bu yıl da zirve değişmedi.
Dallas Mavericks'in Alman yıldızı Dirk Nowitzki, kariyerinin devamı konusunda açıklamalarda bulundu.
Denver Nuggets'ın İtalyan oyuncusu Danilo Gallinari'nin dizindeki sakatlığı nedeniyle sezonu kapadığı açıklandı.
Boston Celtics, Miami Heat ve Golden State Warriors, 4 oyuncuyu kapsayan üçlü bir takasta anlaştı.
Yıldızı Derrick Rose'un tekrar sezonu kapatmasıyla birlikte hedef küçülten ve bir süredir kadroyu boşaltarak geleceğe yatırım yapmayı tartışan Chicago Bulls, takımın en önemli isimlerinden Luol Deng'i Cleveland Cavaliers'a gönderdi.
Yazarlarımızdan Barış Aydın"Sahil Yolundan Devam; Yeşilgiresun Belediyespor" başlıklı yazı dizisinin 3. bölümüyle karşınızda.Yazı için;
Parkeden Öte
İçeride biriken karbondioksit oldukça fazlaydı ve bu nefes almamı her geçen dakika zorlaştırıyordu. Bunun üstüne aynı nedenden iyice ısınan ortam terlememe ve ikide bir terden ıslanıp gözlerime düşen saçlarımı geriye taramama neden oluyordu. Temiz ve soğuk havayı kullanabilmek için oturduğum yerden kalkıp hızlı adımlarla çıkışa yöneldim. Artık başım dönüyordu ve bir an önce bu emektar salonu ardımda bırakmalıydım. Yarım dakika süren koşturmacadan sonra çıkış kapısını çekip bodoslama geceye daldım. Her ne kadar içerisi havasız ve aşırı sıcak olsa da ilkelerimden taviz vermemiştim ve her zaman olduğu gibi salondan en son çıkan olmuştum.
Bu saçma mutluluğumla saçlarımı bir kez daha geriye attıktan sonra montumun cebindeki kulaklığımı hatırladım ve yaklaşık yarım saat sürecek olan yürüyüşüme başladım. Müzik çalarımın sahil boyunca uzanan yoldaki ilk hediyesi Hep Böyle Kal’a - Orhan Gencebay, 1989, Ya Evde Yoksan Albümü- eşlik etmezsem ayıp olurdu. Her ne kadar “N’apıyor bu deli” bakışlarına maruz kalsam da düete devam etmeyi bildim. “Madem Gencebay’la başladık yola, öyle bitirmek lazım” dedim kendi kendime. 6 muhteşem eseri peş peşe dinledikten sonra Orhan Baba saçlarımı bir kez daha alnımdan kaldırdım ve hedefimdeki banka oturdum. Vazgeçilmezim olan “Maç sonu Köftesi”- Osman Ağa Parkı’ndaki Meşhur Giresun Köftecisi'ni beklemeye koyuldum. Ahşap, cilalı banka gerinerek yayılmış, biri 30larının sonunda diğeri 50lerinin başında, burada görmeye gayet alışık olduğum iki adamın Giresunspor hakkındaki tarışmalarına kulak kabarttım. İkisi de başka şeylerden bahsediyorlardı ve birbirlerinin ne dediklerinden haberdar olmadıklarından da adım gibi emindim. Gülmemek için kendimi zor tutuyordum, neyse ki köftecinin çırağı elinde yarım ekmekle geldi de ben de başka bir uğraş bulmuş oldum. Maç günümü eksiksiz tamamlamanın mutluluğuyla ayranımı şöyle bir çalkalayıp kafama dikmeye hazırlanıyordum ki cebimden yükselen Yaşar şarkısıyla boş elimi cebime yolladım. Arayan kısmında yazan Yusuf ismiyle tekrar basketbola dönmüş oldum.
Konuşmamızın ardından “Eve gitmesem mi acaba?” sorusu yerini yitirmiş, zerre kadar içimde eve gitme isteğim kalmamıştı. Ben de geldiğimden beri hiç uğramadığım sessiz köşeme- neresi olduğunu söyleyecek değilim- yollandım. Önüme çıkan ilk büfeden bir paket çekirdek ve bir şişe su aldıktan sonra artık rahat rahat düşünebilirdim. Ancak arkadan dokunan hafif esinti hala kurumamış olan terli sırtımda bir ürpertiye sebep oldu ve salona lanetler okudum. Çünkü terlememe sebep olmuştu ve büyük ihtimalle birkaç gün sonra yatak döşek hastalanmama da neden olacaktı. Terledim; çünkü salon havalandırma olarak yetersiz, yetersizden öte zaten bir havalandırma sistemi yok. Öyle ki bu salonda hem oyuncu hem taraftar hem de dinleyici olarak bulundum ve her defasında bu sorunla karşılaştım. Oyuncu olarak maç sırasında nefes alamadığım, konserlerde yüzümdeki terleri silmekten şarkıya eşlik edemediğim dönemleri hatırlıyorum. Maçla birlikte salonun spor faaliyetleri için yetersiz oluşu bir kez daha büyük resmin adıydı. Giresun’da bu nitelikte başka bir kapalı spor salonu yok, bu nedenden ötürü her kategorideki voleybol, hentbol, basketbol, konser, dinleti vb. tüm faaliyetler burada yapılıyor. Yetmezmiş gibi tüm bu takımların antrenmanları da burada yapılıyor. Sonuç olarak birçok resmi müsabaka ile antrenman çakışıyor ve birçok takım gayet hakları olan idmanlarından feragat etmek zorunda kalıyor. Ayrıca fiziksel olarak parkenin altındaki boşluklardan dolayı top sektiremediğim, tahta tribün oturaklarından ötürü uzun süre oturamadığım maçları hatırlıyorum.
Takımın başarısıyla orantılı olarak ortaya çıkan bir diğer sorun ise salonun seyirci potansiyelini karşılayabilecek yeterli kapasitede olmayışı.-İçerisi sıkış tıkış 3.000 kişi alıyor, eyvallah da dolmuşun arka dörtlüsüne çevirmek de ayrı bir ayıp-. Maça 2 saat önceden gelenler oturma konusunda gayet şanslılar. Ancak ilk maçta tıpkı benim gibi -çok erken gelenlere göre geç kalanlar- birçok kez sertlik düzeyi yüksek olan, kemik seslerinin duyulduğu pozisyon mücadelelerine maruz kalabilirler. Bunun nedeni koltuk fazlası- bank fazlası!- bilet satımı, her ne kadar fazla satmıyoruz denilse de gayet aşikar. Rahatsız edici bir durum; ancak yerelci ruhum tartışmaya dahil olunca “Başarıya aç bir seyirci var ve herkes takımı izlemek istiyor.” tespitine eyvallah demek zorunda kalıyorum.
Aslında tüm hikaye Giresunspor’un zamanının Bank Asya 1. Ligi’ne yükselmesiyle başladı. Playoff son maçını kazandığımız gece herkes gibi ben de mutluluğumu sokakta bağırarak ve dans ederek göstermiştim. 6 sene boyunca Giresun, Süper Lig maceraları yaşadı. Bu süreçte her geçen sene taraftar sayısı katlanarak arttı. Ancak hem şike süreci hem de maddi çöküş takımın bu serüvenini sonlandırdı ve bu maçların cazibesini azalltı. 2013 sezonu başladığında Giresunspor, kırmızı torbadan kurtulmak için mücadele veriyordu; ancak küme düşmenin etkisiyle dağılan kadronun yanına maddi sıkıntılar da eklenince yeterli kalite elde edilemedi -ve takım son birkaç hafta kala kümede kalmayı başardı.-. Bu durum umutsuz seyircinin hüznünün iyice artmasına neden oldu; çünkü bu takım tam anlamıyla şehirle bütünleşmiş bir takımdı ve birçok futbolcu şehirde çok sevilen adamlardı.- Levent Demiray, Alex, Ömer Hacısalihoğlu, Bülent Bölükbaşı, Fabiano, Pedriel, Volkan Koçaloğlu, Şenol Demirci, ayrıca Çılgın Balıkçıları anmak lazım ( her ne kadar o pazarları yıkılsa da) … Takım sadece şehirle bütünleşmekle kalmamış aynı zamanda şehirdeki sosyal olgunun da adı olmuştu. Öyle ki şehirde en çok konuşulan konu futboldaki durumdu.
Bu da başka bir örneği:
Aslında vaziyetin önemini anlayabilmek için şehirden bahsetmek yararlı olacaktır. Giresun çeşitli yönlerde gelişmekte olan bir liman-işlemeyen- şehri, şehir merkezi yine bu limanın çevresine kurulmuş ve doğayla bağlantısından çok da bir şey kaybetmemiş. İşin coğrafik kısmı bu, sosyolojik açıdan bakıldığında gelişen(!) üniversitenin cezbediciliği nüfusun artmasındaki en büyük etmen. Dolaylı olarak nüfusu artan bir şehrin hizmet sektöründe gayet yeterli olması gerekir, hizmet denilince akla sağlık, eğitim, ulaşım gibi konular gelir ancak bu işin bir de sosyal ve kültürel tarafı vardır. Şehrin bilinçli toplumunu oluşturması için halkını beslemesi gerekir. Öyle ki Giresun’un bu konuda yetersiz olduğu ne yazık ki ortada. Şehirde ailecek ya da bireysel olarak yapılabilecek etkinliklerin sınırlılığı halkı farklı arayışlara itiyor. Bunun en büyük tanıklarından birisi de benim. Öyle ki şehirde sadece bir tiyatro var, yanlış anlaşılmasın şehir tiyatrosu gayet iyi işler çıkartıyor ve şehre her geldiğimde yeni oyunlarına mutlaka gidiyorum, bu konuda geyet başarılılar. Benim dem vurduğum konu; azlığı. Şöyle ki oyuna gitikten sonra yeni bir oyun izleyebilmek için yaklaşık 2 ay beklemek zorundasınız. Bu normal bir olay ancak bu 2 ayda başka bir topluluğun oyununu izleme şansınızın olmaması vahim. Ayrıca bir konser izleme şansınız ulusal bayramlarda ya da mayıs şenliklerinde mümkün, özel turneler zaten Giresun’a uğramaz komşu illerden geçerler ve şehir değiştirmeniz gerekir. Bu artık iyice kanıksanmış ancak çıkarcılık düşüncesinin parçalanması şart sinema sektöründe. Büyük şehirlerde salon fazlalığından dolayı aradığınız filmi zorlansanız da bulabiliyorsunuz ancak küçük bir şehirde yaşıyorsanız vay halinize. Sinemaların sadece seyirci çekebilecekleri o rant amaçlı filmlere yer verip bir tane dahi ödüllü filme yer vermemesi en büyük nefretlerimdendir. Bu neredeyse her yerde geçerli olduğundan burada da geçerli. Bunda sinema sektöründeki şuursuzluğun yanı sıra izleyicideki seçici davranmama huyu da etkili. Örnek olarak izleyici salondaki rant amaçlı filme rağbet etmeyip istekte bulunmuş olsa işler ne de güzel gidecek. Ama bunu yapan tek bendim herhalde ki hiçbir şey değişmemiş oluyor her gittiğimde - kaldığımda da değiştiremiyordum o ayrı tabi-.
İşin acıklı ve yanlış kısımlarını sıralayabilmek marifet değil -ki bunu yapamayanlar da var-. Bunları nasıl çözüme ulaştıracağınız önemli. Bu konuda çözücüler ile çözüme ihtiyaç duyanlar arasındaki bağlantıyı sağlayacak yardımcının medya olması gerekirken ne bir öneri vereni var ne eleştireni…
Giresun’da ondan fazla sayıda yerel gazete var; ancak nitelik olarak bakıldığında hepsini bir araya toplasanız bir gazete etmiyor. Ayrıca köşe yazarı olgusunun olmadığı bir yerde düşünceler, eleştiriler, yorumlar nasıl vuku bulsun. Bu yorum felçliliğinin en büyük sorunu aynı zamanda Türkiye’nin de en büyük sorunu olan siyaset- açıkçası siyasetin kendisi değil, hayatımızda bu kadar yer kaplaması asıl sorun-, yine her şeyin önüne geçiyor. Bu illet zehir hayatımıza öyle nüfuz etmiş ki insanlar ya iktidar yanlısı ya da muhalefet olmak zorunda hissediyorlar ve öyleyse öyle, böyleyse böyle diyebiliyorlar. Bu şuursuzluk hayatın her köşesinde karşınızda oluyor.
Hazır yerel gazeteler demişken, dediğim gibi ondan fazla yerel gazete var ancak tümündeki haberler aynı. Yani haberin sunumunda ne farklı bir cümle kurulmuş ne de farklı bir fotoğraf var. Bu yazıyı okuyan birçok kişinin ilgilendiği kısmı ise ilan ve reklamlardan sonra geliyor. Spor sayfaları yine aynı şekilde sanki aynı gazeteyi başa sarmışsınız gibi… Futbol, gezegenin en büyük kitlesel izlenir sporu, bu yüzden gayet detaylı, röportajlı, ta 13, 15 yaş, bilmem ne alt kümesine kadar haber edilmiş. Asıl konuya gelecek olursak basketbola-daha doğrusu Yeşilgiresun Belediyespor- ayrılan kısım 8 sayfalık gazetede yaklaşık 15 cm2. Yetmezmiş gibi dişe dokunur ne bir yazı ne bir araştırma var. Acaba halk takımını kendi gazetesinden değil de nereden öğrenecek? Ekstra olarak, basketbol ilgisi, bilgisi haber kanallarındaki altyazılardan öteye gitmeyen adamlardan beklentiniz ne olabilir ki?
Kedilerin çılgınca bağırışlarından fark ettiğim kadarıyla bu son iki soruyu gayet sesli sormuşum. Düşüncelerimi kedilere bırakıp eve yürüdüm ve bu gecelik bu kadar deyip yatağa kıvrıldım.
Uyandığımda Pertev Öngüner transferini gördüm. Açıkçası ilk kez öğreniyordum kendisini, alt milli takımlarda oynamış ancak istatistiklerine baktığımda 2009 senesini mumla aradığı ortadaydı. Ancak istatistikler her zaman doğruyu söylemez. İzleyip görmek lazımdı. Yaklaşık beş gün sonra tekrar uyandığımda Ümit Türkoğlu transferi açıklandı. Ümit’i Antalya’dan tanıyordum -çoğu kişi de Hido’nun kardeşi zannediyordu.- ve izlediklerimden yola çıkarak pozisyon bilgisi iyi, oyunun iki yönüne çok etki edebilecek 2.10 boyunda bir pivottu. Öyle ki savunmada pozisyon bilgisi yetersiz olan Ofoegbu’dan süre çalacaktır. Ayrıca hücumda p&r’dan iyi devrilmesi ve post oyunun da gayet iyi olması ekstra değerli kılan özellikler. Sezon içerisinde dediğim ilk beşten süre çalacak bir transfer.
Sonunda ikinci devrenin başlayacağı güne uyandım. Maç birinci devre lideri Maliye’yleydi. Gayet tecrübe edinmiş bir halde erkenden gidip oturmaya başladım. Maç gayet sert ve başa baş mücadele ile sürdü. Hatta rakibin son üçlüğü çemberi turlayıp çıkmasaydı Alex Gordon taraftarların arasında gangnam style dansı yapıyor olamayacaktı. Gözlemlediğime göre bu takım artık sistemi oturmuş bir takımdı. Bir önceki maç hücumda neler yaptılarsa bu maçta aynılarını yerine getirmeyi başardılar. Ümit’in gelişiyle hücum daha da opsiyonlu oldu ve özellikle p&r sonrası devrilen Ümit’in diplere verdiği pasları görünce mest oldum. Tabi ki de takıma yeni gelmiş bir oyuncu ve adaptasyon zamanı gerekecek. Ancak bunun kısa süreceğinin sinyallerini veriyordu Ümit.
Aynı etkinlikli yollardan sonra bugüne sakladığım düşüncelerim kafamda cızırdamaya başlamıştı. Öncelikle dediğim gibi sosyal eksiklikler, bu halkı farklı arayışlara itiyor ve spordaki başarıları benimsiyorlar. Yıllar önce futbolda mutlu sona ulaşamayan değişmez karakterler bu sefer buraya yöneliyor. Bu yönelimlerden ötürü halk bu tarz hikaye kahramanlarını simgeleştiriyor. Tabi ki de tüm takım sembol olur ancak aralarından illaki bir oyuncu sivrilir doğal olarak. Bu seneki örnek; takımdaki işleyen düzenin en büyük parçası olan Alex Gordon.- Ayrıca bu şehir Alexlere alışık. Bkz: Anton Alex;
Alex, bu oyunun yetenekli ve özel adamlarından bir tanesi- her ne kadar ara sıra tercih hataları yapsa da-. Patlayıcılığı olsun, dokuz metreden attığı üçlükleri olsun, asi karakteri olsun; birçok yönden seyirci hayranlığı kazanabilecek bir oyuncu. Bunun yanısıra sempatik tavırlı oluşu ve her defasında seyirciye iyi ki varsınız mesajını iletiyor olması ona bu yükselişte ivme kazandırıyor. Öyle ki maç esnasında seyirciyle asla bağını kopartmıyor. Destek istediğinde bunu belirtiyor, serbest atışlarda sessizlik istediğini işaret ediyor, molaya giderken seyirciyi alkışlıyor. Ayrıca maç sonu tüm salonu dolaşıp seyircilerini tebrik ediyor, üstüne taraftarla tezahürat yapıp dans ediyor.
Tarih de buna benzer öyle çok hikayeler var ki; Maradona’nın Napoli’sinden tutun da Nowitzki’nin DJK Würzburg’una kadar ve bu hikayelerin hiçbirisi kötü sonuçlanmadı. Er ya da geç mutlu sona ulaştı.