
Yazarlarımızdan
Barış Aydın,
"Sahil Yolundan Devam Yeşilgiresun Belediyespor" başlıklı yazı disinin ilk bölümüyle karşınızda;
Sahil Yolundan Devam Yeşilgiresun Belediyespor
Lise 3 olmuş sınava bir kalmanın keyfini çıkarıyordum. Keyiften kastım yatmak, maç izlemek, okuyabildiğim kadar kitap okumak... Okulun açılmasına aynen aylaklığıma - ki ben bu dönemi hala böyle adlandırıyorum ( annem ne de haklıymış ayrıca)- devam ederken okul arkadaşlarımdan okul takımında oynama teklifi almıştım.- yanlış anlaşılmasın çok iyi oynadığımdan değil, doğum tarihinin son rakamı tek olan öğrencilerin takımda oynayamaması kuralı sayesinde takımda yer bulmuştum.- oynamak istediğimi belirtmiş ve takımın 4- Theo ustaya selam olsun- forma numaralı oyuncusu olmuştum. Takım olarak birkaç antrenman-antrenman dediysem okulun 1 saatlik öğle arasının 40 dk.sıfilan- yaptıktan sonra maçların vakti gelmişti. İlk maçtan fen lisesine şaibeli yenilmiş, o seneyi çöpe atmıştık. Ama benim için farkındalık yaratmıştı o yıl. Seneye olan sınava değil turnuvaya hazırlanır olmuştum. Kötü olan şutumu düzeltmiş,ters elim olan sağ elimle daha iyi top sürer olmuştum. Bunlar benim motivasyonumu arttırıyordu. Her geçen gün oynama tutkum daha da alevleniyordu. Yeni teknik hareketler görebileceğim ve öğrenebileceğim şeyler arıyordum. Bu merakımı daha çok maç izleyerek gidermeye başlamıştım. Öyle ki artık eskisi kadar uyumuyor ve uyku vaktimi daha da maç izlemeye ayırıyordum. Özellikle Euroleague maçları benim için ders niteliğindeydi. Avrupa’da Nba’dekinden farklı oynanan bu oyun benim basketbol mantalitemin tamamıyla değişmesine sebep olmuş, oyuna daha farklıbir açıdan bakmamı sağlamıştı. 2011 senesinin haziran ayına gelindiğinde ligler bitmiş, şampiyonlar belirlenmiş, maçlar tükenmiş ve sınav senesi tırpan ile ensemdeydi. Herkes tatilini yaparken ben sınava hazırlanıyor, bir bir bütün konu eksiklerimi tamamlıyordum. Bunlar olurken vücudumu ihmal etmiş yaklaşık 15 kilo almıştım. Bu sebepten zaten çabuk olmayan ayaklarım iyice ağırlaşmış, vücudum da hantallaşmıştı. Anlayacağınız olmuştum Alex Mumbru!
Tekrar aynı şekilde hazırlanmıştık(!) turnuvaya ancak ben fiziğimden ötürü kendime bir türlü güvenemiyordum. Ve bu özgüvensizlik antrenmanlarda sokakta rahatlıkla yapabildiklerimi yapmama izin vermiyordu. Yapabilsem bile oynacağım süre en fazla 2 dk. Civarıolurdu. Bunun nedeni beden hocamızın- bilerek koç demedim-hiçbirimizi tam olarak tanımamasıydı. Sadece ilk beşi bilir, onlarla maç sonunu getirirdi- bu durum aslında şöyle; belli birşablona göre düşünürdü hoca; ancak her oyuncu aynı değildir. Onlardan farklı şekillerde verim alabilmeyi düşünmeliydi. Kendimden örnek vereyim o sene maçlarda topla birkaç kez oynayabilseydim pick&roll ile tüm uzunlarımızıbesleyebileceğimden adım gibi emindim.- Bu gidişat hazırlık maçlarında da böyleydi turnuvadaki herhangi bir maçta da. Artık maçların vakti gelmişti, maçımızın olduğu sabah hiç olmadığıkadar erken uyanmış salona yürüyerek gitmek istemiştim- maç saat 13:00 deydi bense saat 9:00 de oradaydım. Ne işin var acaba o saatte orada diye sorduğunuzu duyar gibiyim, annem gibi konuştunuz. Ve ben buna sadece gülüyorum; çünkü ben de neden o kadar erkenden oraya gittiğimi bilmiyorum.-. Salonun o saatte açık olması şaşkınlıklarımın başlangıcıydı. Hazır kapıyıaçık bulmuşken çıkayım da bir çay içeyim dedim kendi kendime.- sonuçta sabahtı, çayın bayat olma gibi bir durumu olamazdı.- Kağıttan bardağımda tahtadan çubuğumla 2 küpşekerimi parçalamaya odaklanırken parkeden gelen ayakkabıgıcırtıları odak noktamı değiştirmeme sebep oldu. Kapıya en yakın tribüne yöneldiğimde salonda bir takımın idman yaptığınıgördüm, evet takımı biliyordum ama ismen, maç afişlerini de birçok kez görmüştüm fakat oyuncularını hiç canlıizlememiştim.- neden hiçbir maçına gitmemiştim, buna da cevap veremem.- o seneki ilgi odağımdaki farklılığın üzerine idmanda gördüğüm ciddiyetin eklenmesinden sonra merakla takımın o hafta maçının olup olmadığını öğrendim. Şanslıydım ki o hafta maç iç sahadaydı, gidip izledim. O gün 150-160 kişi- şu yıl 3000leri görmüşlüğü var- vardı salonda. Her ne kadar taraftar sayısı az olsa da takım gayet iyi basketbol oynuyordu. Bunun yanısıra şehrin adını taşıyor olması yeterli sebeplerdi benim içn. Böylece Yeşilgiresun Belediyespor taraftarlığım başladı.O günden sonra tüm içsaha maçlarına gideceğime dair kendime söz verdim ancak daha ilk haftadan toz oldu. İhanetimin nedeniyse dershane saatlerimdi. Zaten okuldaki derslerden faydalanamıyordum bu yüzden dershanede açıklarımı kapatmalıydım. Her ne kadar maçlara gitmesem de skorları ve gidişatı takip ediyordum. O günlerde takımın başında İsmail Beleş vardı ve onun takımlarının en büyük özelliği çok mücadeleci olmasıdır. Öyle ki o zamana kadar izlediğim tek maçta takım gözüme sokmuştu bu mücadeleyi. Bölgesel ligin K grubunu yenilgisiz tamamladıktan sonra eleme N grubunu sadece averaj farkıyla 3. olarak bitirdik. Takımın gösterdiği başarı yükselme için iyi bir işaretti. Bu başarı taraftarları da salona çekiyordu. Taraftar desteğiyle play-off turunda o grubunun ikincisi Sivas ekibiyle karşılaştık ve zorlu iki- özellikle ik uzatmaya giden rövanş maçı!!!- maçla turu geçtik. Bir sonraki rakip neredeyse her karşılaşma da bizi yenen Maliye idi. Seride 1-0 öne geçmişancak 2-1 elendik, üzücüydü. Ancak taraftar böyle bir takımlarının olduğunu öğrenmişti ve onların başarılarınıgörmüştü. Bunlar takımın benimsenmesi için yeterli sebeplerdi. Herhalde gelecek sene ortalama seyirci son maçlardaki gibi olur, bir iki kaliteli transferle 2.lige gelinirdi de ben göremeyecektim. Her ne kadar sınav sonucumu beğenmesem de aklımı çelen arkadaşım Yusuf ile büyük arzularımız vardı ve beraber İstanbul’a gitmek şarttı. Ben de İzmir hayalimden vazgeçip İtü tercihimi yaptım.
İlk olarak yıllar boyunca takip ettiğim- ayrıca hayranlık duyduğum-oyuncuları ve takımları izlemek istiyordum. Efes, beşiktaşderken birçok maça gitmiştim. Efes maçının olduğu sabah babamla konuşuyordum, babama neler yaptığımı anlattıktan sonra“Sen napıyorsun oralarda var mı bir değişiklik?” diye sormuştum. Cevap olarak ilk söylediği şey “Bizim takım 2. lige yükselmiş.” oldu. Oldukça şaşırmıştım ; çünkü gözlerimle görmüştüm elenişimizi. Nasıl yükseldik diye sorduğumda geçen senenin şampiyonu çekilmiş ligden dedi. Telefonu kapatır kapatmaz tüm Giresun kaynaklı siteleri taradım. Söğütsen seramik’in ligden çekileceği konuşuluyormuş ve biz de onları beklemeye koyulmuşuz. Ancak alt liglerde yıllardır olan bir usulsüzlük bu. 2. Lige yükselmiş sonra maddi yetersizliklerden dolayı takımı devretmek isteyen takımı satın al. Ardından takımın adı değiştir, al sana alt ligleri oynamadan 2.lig. Oh ne güzel! Peki 1 yıl boyunca o kadar çalışan takıma ne olacak? Neyse ki yöneticiler fark etmişler ve dava açılmış. Haklı olduğumuzdan 2. Lige davet edilmişiz. Ee 2.lig takımı oldun yeni bir takım, iyi bir koç lazım. Ama bu davet beklenilenden 2 ay geç olduğu için ortada resmi olarak bir kadro yoktu. Resmi olarak 15 eylül günü takım 2. Lig takımı olmuştu ve ağustos ayında konuşulduğundan beri takıma sıcak bakan Yücel Platin ile sözleşme imzalanmıştı akşamına. Yücel hocayı Oyak Renault’dan biliyor, Allstar karmasına koçluk yaptığını da hatırlıyordum. Çok heyecanlanmıştım 1.ligin tecrübeli koçlarından birisini 2.lige getirmek hiç kolay iş değildi doğrusu.
“Ben hemen o akşam imzaladım fakat daha öncesinde Ağustos ayında Başkan vekilimiz Bülent Yavuz ile yapmış olduğum görüşmeler doğrultusunda zaten Giresun’a sıcak bakıyordum. Bu kararımda da Bülent beyin payı büyüktür. O yaptığımız görüşmede çok etkilenmiştim, kararlılığı, ufkunun geniş olması gelecekle ilgili çok güzel düşüncelerinin olması inanılmaz etkiledi beni. Yönetimdeki kararlılık da etkendi.”.
Yücel Platin
Ardından Yücel Platin kimdir diye araştırmaya başladım ve onun İtü Kimya Mühendisliği mezunu olduğunu öğrendim ve farkettim ki ilerleyen yıllarda ben de aynı şekilde davranabilirdim.
"İstanbul Teknik Üniversitesi Kimya Mühendisliğini bitirdim ama Kimya Mühendisliği bitirdiğim günün akşamı; anne ve babamı yemeğe çağırdım ve diplomamı onlara hediye ettim. Hala onlarda duruyor hiçbir zaman Kimya Mühendisliği yapmayacağım belliydi. Basketbol antrenörlük virüsü üniversite dönemi girmişti hayatıma."
Yücel Platin
Böyle ideallerini yapan adamlara saygım hep sonsuzdur, o bakımdan ayrıbir yeri var Yücel hocanın. Eğer Yücel Platin gibi bir CV’yi takımın başına getirmişseniz büyük düşünüyor olmalısınız ve bu takıma iyi oyuncular getirip bu önermenizi desteklemeniz gerekmektedir. Nitekim bu iş öyle kadroyu dolduralım, yeter ki 12 oyuncuyu tamamlayalım şeklinde olmamalıdır. Bu sizin asansör takım olmanıza neden olur. Ancak bakıldığında kapılarını çok geç açmış olan bir kulüp için çok da zaman yoktur. Acele edilmeli ama ligde söz sahibi olmak için de oyuncu seçiminde titiz davranılmalıdır.
Bir oyuncuyu kaçırdık ama oyuncuları rezerve ettik. 7 kez liste değiştirdik ve lige alındığımız anda takım hazırdı. Bu kulüp şanslı bir kulüp, Alex , İsmail Çevik küçük bir anlaşmazlık yüzünden kulüplerinden ayrıldı, Gökper yaşadığıküçük bir menejerlik hatası nedeniyle birinci lige gidemedi. Şans da bizden yanaydı... John bana denildiğinde ilk videolarınıizledikten sonra akşamında pazarlığa başladık, yine aradığım kriterlerde bir oyuncuydu ve anında karar verdim. Amerikalıkonusunda iyi koku alıyorum.
Önce 7 oyuncuyla sözleşme imzalandı; Alex Gordon, iç transferde Sait Ay, Karşıyaka’dan Orhun Güngören, Maliyeden Barkın Çınar,İTÜ’den Oğuz Erdoğan, Başkent’ten Melih Sevda, Tofaş’tan Volkan çetintahra . Aralarında en iyi bildiğim Alex’di. Kendisi, Yücel hocanın eski öğrencisi, ve önemlisi 1.lig sayıkrallığı(2008-2009 20,9 Sayı 4,4 Asist) görmüş bir arkadaş.Belki de ligin en iyi oyuncusunu transfer etmiştik. Aslında hocanın da söylediği gibi şans da bizden yanaydı.
Alex’in iki hafta bizim sürecimizi beklemesi, benimle çalışmak istediğini söylemesi... Gökper ve diğerleri...Bunlar peşpeşe gelen güzelşeylerdi ve hızlı hareket etmemiz gerekiyordu. Hem lige geç başlıyoruz, hem ilk kez 2. lige katılıyoruz, hem de ilk kez en zor 2. lig olması...
Bu transferlerin ardından peş peşe Gökper Gen ve İsmail Çevik transferleri olmuştu. Bilen bilir Gökper Gen alt milli takımlarda oynarken jenerasyonunun en iyi oyun kurucular arasında gösterilmişancak bu beklenilen patlamayı Karşıyaka’da gerçekleştirememişti. Tıpkı Kerem Tunçeri, Hakan Demirel, Barış Ermiş gibi.- Kerem Tunçeri 2001’de orhun ene’nin sakatlanmasıyla şans bulup kendini gösterdi ama üstüne koyamadı ta ki beşiktaş senesine kadar, sonrasında da madrid yolcusu oldu zaten. Barış ermiş alt milli takımlarda harika işler yapıp dikkatleri topladı ancak o da banvit senesine kadar çıtasını yükseltemedi. Hakan Demirel ise neredeyse hiç sınıf atlayamadı.- Ne olursa olsun 1.ligde iyi süre alan bir oyuncuydu ve Giresun’a gelmişti. İsmail Çevik’in hikayesi de benzer, o da Olin Edirne ile antrenmanlara çıkarken birden Giresunlu olmuştu. John Ofoegbu ise ismi takımla anılınca araştırdığım ve yeni tanıdığım bir oyuncuydu. Geçen sezon Bulgaristan birinci liginin en iyi oyuncusu olan John gayet de iyi istatistiklere sahip 15,6 sayı, 8,8 ribaund. Takım henüz yeni kurulmuş ve antrenmanlara başlayalı 2 gün olmuştu ki bu sezon ilk kez yapılan federasyon kupasına katılmaları gerekiyordu. Ancak riskli bir durumdu bu, sonuçta antrenmansız oyuncularınızıciddi maçlara çıkaracaksınız ve bu sakatlıklara yol açabilir, zaten dar bir rotasyon var. Maçlar oynandığında kazanıp kazanmamak çok da kafamı kurcalamıyordu, nedeni adamakıllı bir hadi taş çatlasın iki idman yapmış bir takıma karşı esnek davranmak zorundasınızdır. Zaman, takımın en büyük hakkıdır o sıralarda. Ayrıca transferi yapılmış olan iki amerikalı ilk beş oyuncusu da daha takıma katılmamıştı ve 7 kişilik bir kadroyla maçlar oynanmıştı. İki maçta da farklı mağlup olmuştuk ve gruptan çıkamayıp elenmiştik. Dediğim gibi bu maçların üzerinde durmak çok da mantıklı değil. Önemli olan tam kadro ile ligde neler yapabileceğimizdi. John, Alex, İsmail de kadroya dahil olduktan sonra tam kadro diyebilirdik takıma. Lig başlıyor, biz de internetin başında skor takibi yapıyoruz. Ligin en iyi 3 yabancı oyuncusundan Anthony Carter’a sahip olan Uşak ekibiyle deplasmanda ilk maça çıkıyorduk ve 5 sayı farkla yeniliyorduk.Dediğim gibi yeni kurulan bir takımız ve hem oyuncuların birbirlerine alışması hem de koçun oyuncu rollerini tam anlamıyla belirleyebilmesi için erken, ayrıca sene sonunda büyük ihtimalle ilk 4 sıradan playoffa girecek bir takımla oynamıştık. Sonraki maçlarda nasıl tepki vereceğimiz önemliydi, ama ardından gelen iki maçta da yenilmiştik. Kötü mü oynuyoruz izleyemediğim için bilmiyordum ama istatistikler öyle söylemiyordu.
Zaman zaman zaman… E hadi zaman! İlk üç maçta düşündürücü gelenşeylerden biri dar rotasyondu, özellikle alex için çok yıpratıcıbir durum olduğu bariz ortadaydı. İlk üç maçta ortalama 39 dakika sahada kalmıştı. İlk maçta takımın attığı toplam şut sayısının neredeyse yarısını Alex atmıştı ve bu biraz düşündürücü bir noktaydı ama maçlar geçtikçe homojenleşmeye başlamıştı şut sayıları. Bir diğer eksi ise verilen hücum ribaundlarıydı. Yiğidi öldür hakkını ver, takım ilk maçtan beri rakip takımdan her zaman daha çok asist yapıyordu ve top kayıplarının da az olması mutlu edici bir durumdu- 2. Maç tamamen istisna bir maçtır, hiç girmiyorum-. İlk galibiyeti ev sahibi olduğumuz 4. Maç olan balıkesir maçında kazanmıştık-ki yine bu maçta 16 asist, 7 top kaybı-. Bu maçı da geçtikten sonra 5. Hafta lider Torku maçı vardı ve bu maç uzun bir süre boyunca göreceğimiz son yenilgiydi. - o günkü yenilgi alex’in skor olarak etkisiz kalmasından kaynaklanmıştı. -6 top kaybı,4/17şut isabeti filan ama ayıptır adam9 asist, 7 ribaund yapmıştı- Yenilgi filan ancak babamın söylediğine göre geçen haftaya göre daha fazla kişi gelmişmaça. Düşüncem taraftar sayısı ile galibiyet sayısının birbirini pozitif etkileyeceği yönündeydi. Nitekim haklı da çıktım, 6. Hafta Gelişim’i- 21 asist, 7 top kaybı- yendikten sonra sırasıyla İbşb, Vestel, Final Gençlik, Darüşşafaka, Göztepe, Bandırma derken 7 maçlık bir galibiyet serimiz olmuş ve artık “emektar” salonumuz tıklım tıklım olana kadar dolmaya başlamıştı. Haberleri aldıkça benim de heyecanım artıyor, o salonda bulunabilmek için can atıyordum -hadi bit artık güz dönemi!!-. Bu serinin devam edeceğini düşünüyorudum ama takım Alex’i dinlendiremiyordu ve uzun rotasyonu oldukça kısıtlıydı.her maç bol keseden dağıttığımız hücum ribaundları bunun bariz örneğiydi. Seri demişken sürmedi, olaylı Trabzonspor maçıyla son buldu. Her ne kadaryenilmiş de olsak artık kendini kanıtlamış bir takım olmuştuk. Bir basamak yukarı çıkmak gerekliydi ve bu takımın kalitesini verimli transferlerle arttırarak olabilirdi. 12.haftaya gelinmeden önce Final’den Ömer Kaan Söğüş alınmıştı. Kaan alt milli takımlarda oynamış,ribaund yeteneğiyle bilinen ve 3-4 oynayabilen 23 yaşında bir oyuncuymuş. Bu transferle birlikte bir bakıma geleceğe de yatırım yapılmıştı. Ama hala boyalı alanı kaplayan ve ribaundlarıdomine eden bir uzunumuz yoktu. “Biraz idare edebiliriz böyle”demiştim ki Kaan izmir maçında aldığı 14 ribaund ile beni etkilemeyi başarmıştı. Aradan 2 hafta geçtikten sonra Fibrabetondan Azizcan Özdemir alınmıştı. -2.01 boyunda 25 yaşında 4-5 oynayabilen kalıplı eski tarz uzunlardan biriydi. Gerçekçi olalım bu transferler takımın sadece kadro derinliği olabilirdi, yani hala ilk beş oynayan kadrodan süre çalabilecek oyuncular alınmamıştı. Benim fikrim bu transferlerle devre arasına kadar idare edilir, devre arasında takıma seviye atlatacak oyuncuların alınacağı yönündeydi. Trabzon deplasmanından sonra 2 iç saha maçını kazanmış ve yeni seri umuduyla deplasmandaki maliye maçını beklemeye başlamıştım. Alex’in sakatlığıvardı -yanlış hatırlamıyorsam sağ el serçe parmağında- ve bu maçta oynayamayacaktı. Onun dışında eksik yoktu ama bu endişelenmek için önemli bir sebepti. O ana kadar görünen Alex’in işleyen mekanizmanın en önemli dişlisi olduğuydu. Her ne kadar sadece skorermiş gibi bakılsa da aynı zamanda Gökper ile uzunları besleyen iki kişiden biriydi. Sadece uzun beslemede değil aynı zamanda forvetlerden bulduğumuz çoğu üçlüğün de mimarıydı.- takımın ve ligin en çok asist yapanıydı 6,2 asist ile -. Maç başlamıştı ve hiç bekemediğim kadar da çekişmeli gitmişti. 2 uzatmaya giden bir maçtan bahsediyorum. 122-119 yenilmiştik ama takımın bir numaralı hücum opsiyonu olmadan bu kadar skor yapabilmesi bir şeylerin oturduğunu gösterir. Tabi o gün Melih Sevda’nın %100 şut isabeti ile oynaması büyük etkendi. Seri sevincim kursağımda kalmıştı ama o sıralar daha önemli olan irregular olup olmama kararıyla cebelleşiyordum. Birçok avantajı ve dezavantajı vardı, sonuçta geri kalan üniversite yaşantımı etkileyecek bir karardı bu. En sonunda artık sabahlara kadar avantajları, dezavantajları yazarak ayın 8’ine uçak biletimi almıştım. Batsın irregularlığın İtü!! Ayın 8’i dedim ama İstanbul bu, havası bana karşı. -olsun,şimdilik bir durum bu ama 4,5 yıl sonra…- İptal olan uçuş üzerine ertesi gün uçacaktım. İlk yapacağım şey 3 aydır görmediğim ailemdi. Yemin ediyorum köpekler gibi özlemiştim, çok özlediğim bir şey daha vardı; annemin böreği!! Ve daha nice o muhteşem yemekler… Bu özlemlerle koltuğuma yerleşmeye çalışırken emniyet kemerimi takmamı isteyen hostesin -1.68 boyundaki kumral, mavi gözlü, tatilden yeni döndüğünü ten renginden gayet net anlayabildiğim, uçak havalanmadan hava boşluğuna girmemi sağlayan gülüşüyle…- ricasıyla uçuş moduna geçtim. İstanbul’dan Trabzon’a yaklaşık 1,5 saatte vardım- neden Trabzon; çünkü Giresun’un bir havaalanı yok!- ve yolun en sinir bozucu kısmı başladı. 1000 küsür kilometrelik yolu 1.5 saatte tamamla ama 130 küsürü 3 saatte…! Buna da dayanırız elbet! Servise bindiğimden beri bir havaalanın şehre hem ekonomik hem de sosyal açıdan nasıl katkılar verebileceğini kendi kendime tartışıyordum ki bu düşüncelerimden sabırsız servis şoförünün devrine gelmeden değiştirdiği vitesin o hırıltılı sesiyle sıyrıldım ve yolu izlemeye koyuldum. Ama telefonuma gelen mesajla o oyalanmadan da uzaklaştım, yol nasıl mı bitti? Uyuyakalmışım…
İlgili Diğer Haberler